Almanya Seyahat Notları
Hep disipliniyle, gurbetçilerimizle, futbol takımıyla, cihan harbindeki ittifakımızla bildiğimiz ve andığımız bir ülke: Almanya…
Hep bir gün giderim düşüncesiyle görmeyi ertelediğim bir ülkeydi. Sanki görülecek çok şey yokmuş gibi bir düşünce içindeydim. Buna rağmen dünyadaki etkilerinin de farkındaydım. İki dünya savaşı kaybetmesine rağmen, hala dünyanın en gelişmiş ve güçlü ülkelerinden birisi olması ilginçti. Sanayi ve teknoloji alanındaki başarılarının yanı sıra, felsefede, fizikte, dinde, sanatta ve daha pek çok alanda dünya çapında o kadar çok önemli ve başarılı insan yetiştirmiştir ki, hayretle karşılamamak mümkün değil. Einstein, Martin Luther, Nietzsche, Goethe ve Beethoven bunlardan sadece birkaçı.
Almanya ile ilgili ilginç bulduğum durumlardan birisi de, bu ülkenin zengin ve güçlü olmasının sömürgelere değil de büyük oranda çalışkanlıklarına bağlı olmasıdır. Bu konuyla ilgili Japonya ile birlikte en çok merak ettiğim ülkelerden birisiydi. Yazı içerisinde bu konuya yer yer değineceğim.
En sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Almanya’yı çok beğendim ve yaşanabilir bir ülke olarak gördüm. Kişisel hayatımda elimden geldiğince kurallara uymaya çalışan birisi olarak Almanların disiplinli olmaları ve kuralları harfiyen uygulamaları çok hoşuma gitti. Türkiye’deki pek çok sorunun kurallara uyma konusundaki gevşeklikten ve dürüst olmamaktan kaynaklandığını biliyorum. Oysaki toplumsal kurallara uymak hepimizin yaşamını kolaylaştırır.
Almanya’yı görmek için on iki günlük bir seyahat planlamış ve biraz araştırdıktan sonra üç şehri görmeye karar vermiştim: Stuttgart, Dresden ve Berlin. Güneyden kuzeye doğru bir hat üzerindeki bu şehirleri gezerek Almanya hakkında bir izlenim edinmeye çalıştım. Bu yazıda da Almanya’da gezilecek yerler ile ilgili tecrübelerimi paylaşmaya çalışacağım.
Stuttgart
Stuttgart, Almanya’nın önemli şehirlerinden birisi ama burayı görme isteğimin nedeni biraz farklıydı. Amerika’da bulunduğum süre içerisinde altı ay kadar ev arkadaşlığı yaptığımız Macar asıllı arkadaşım Zsolt orada yaşıyordu. Bir gün kendisini görmeye geleceğimi söylemiştim ve dört yıl sonra bunu gerçekleştirdim. Bazen çok mu vefalı oluyorum nedir? 🙂 Kendisiyle tanışma hikâyemiz de ilginçti. Amerika’da Japon bir arkadaşım vardı, bir gün onunla birlikte evime geldiler. Çay kahve içtik ve gittiler. Benim bulunduğum sitede oturuyormuş. Sanırım aradan birkaç hafta geçmişti ve bir gün kapı çaldı ve açtım o gelmişti. Ev arkadaşının kendisiyle kavga ettiğini ve ona vurduğunu söyledi. “Kalacak yerim yok, bu gece sende kalabilir miyim?” diye sordu. Ben de kalabileceğini, isterse bana taşınabileceğini söyledim. Zaten yalnız kalıyordum, hem de İngilizce konuşma pratiği yapmış olurum diye düşündüm. Yalnız iki şartım var dedim. Evde domuz pişirmezsen ve eve ayakkabıyla girmezsen sevinirim dedim. O da kabul etti, zaten kırmızı et yemediğini söyledi. O şekilde başladık ve altı ay kadar kaldık. Nev-i şahsına münhasır ilginç bir karakter Zsolt. Araba almaz ve kullanmaz, her yere bisikletiyle gider. Uçakların çevreye zararlı olduğunu düşünüyor ve mümkün olduğunca trenle seyahat ediyor. Hiçbir şeyi israf etmez ve oldukça tutumludur. İnsanları hayatıma kolay alan birisi değilim ama bir kez yakın hissettiğim kişiyi de hayat boyu unutmam. Kendisiyle Stuttgart’ta buluştuk, gezdik, eski günleri andık ve evinde bana Macar yemeği pişirdi.
Zsolt ile kahve içip Amerika günlerini andık.
İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan kalkan uçağım Stuttgart’a indi. Hava limanında pasaport kontrolünde Alman kadın polis beni adeta sorguya çekti. Niye geldiğimi, nerede kalacağımı, ne zaman döneceğimi falan sordu. O kadar uzattı ki bunu arkamda sırada bekleyenler homurdanmaya başladılar. Polis beni güvenilir bulmamış olacak ki, Türkiye’ye dönüş biletimi göstermemi istedi. Biletin çıktısı yanımda yoktu. E-mailimde olduğunu ve telefonumun internete bağlı olmadığını söyledim. Havaalanında wi-fi (kablosuz internet) olduğunu ve bağlanabileceğimi söyledi. Bağlanmaya çalıştım ama beceremedim. Üstelik telefonumun şarjı da bitmek üzereydi. İçimden çattık belaya diye düşünüyordum. Bulamadım dedim. Yüzüme baktı ve tamam geç dedi. Pasaporttan geçtim ama moralim çok bozulmuştu. Birkaç saat o olumsuz ruh halinden çıkamadım. Ama iyi bir ders oldu bana. Bundan sonra biletlerin falans çıktısını almadan hayatta çıkmam yurtdışına 🙂
Havalimanından ayrıldıktan sonra kalacağım yere ulaştım. Gezilerimde konaklama için genelde Airbnb adı verilen sistemi kullanıyorum. Bu sistem otellere alternatif olarak ortaya çıkmıştır ve tüm daireyi ya da odayı kiralayabiliyorsunuz. Şimdiye kadar hep tüm daireyi kiralamış ve rahat bir şekilde kalmıştım. Ama Almanya için konaklama işini ayarlamada biraz geç kaldığım için uygun daire bulamadım. Bunun yerine ilk kez bir oda kiraladım. Yani hâlihazırda evde birileri yaşamaya devam ederken, size de bir odalarını kiralıyorlar. Kalacağım ev Hindistanlı bir ailenin eviydi. Odamı gösterdiler ve yerleştim ama kendimi de biraz tuhaf hissettim. Tanımadığım insanlar sonuçta. Tabii ki onlar da beni tanımıyor. Gece uyumak üzere yatağa uzandığımda, “acaba tanımadığı birisini evlerine alan onlar mı cesur, yoksa tanımadığı insanların evinde kalan ben mi cesurum?” diye düşünüyordum. En azından odanın kapısı kilitlenseydi daha güvende hissederdim. Kapının anahtarı da yoktu. Bunları düşünerek uyudum. Bu arada tüm daire kiralama işine tamam ama oda kiralamayı kimseye tavsiye etmem. Riskli…
Stuttgart, yaklaşık 600 bin nüfuslu, görece küçük ancak oldukça iyi düzenlenmiş ve yaşam kalitesi yüksek bir şehir. Zaten Almanya’da nüfusu milyona ulaşan yalnızca birkaç şehir var. Bunlardan da yalnızca Berlin’in nüfusu 3,5 milyon civarında, o da başkent olduğu için olsa gerek. Nasıl yapmışlar bilmiyorum ama ülkenin nüfus dağılımını da oldukça dengeli bir şekilde ayarlamışlar. Bizdeki gibi toplam ülke nüfusunun 4/1’i bir şehirde yaşamıyor.
Stuttgart Meydanı
Stuttgart’ta bir cafe
Stuttgart tren istasyonu
Şehir Avrupa’nın pek çok yerinde olduğu gibi dikey değil yatay bir şekilde büyümüş. Dolayısıyla geniş bir alana kurulmuş. Şehri genel olarak yürüyerek keşfettikten sonra, “Hop On Hop Off” adlı gezi otobüsü için bir bilet aldım dört gün boyunca şehri detaylı bir şekilde gezdim. Bu gezi otobüsleri şehirlerde gezilip görülmesi gereken yerleri kolayca gezmeyi sağlıyor. Pek çok gezimde bunları kullandım. Almanya’dakilerin iyi tarafı, otobüste turistik mekânlar hakkında bilgi veren kulaklıklarda Türkçe seçeneğinin de olmasıydı.
Gezilerin vazgeçilmezi Hop On-Hop Off otobüsleri
Mercedes-Benz Müzesi
Stuttgart, önemli bir sanayi şehri. Özellikle otomotiv sanayiinde adından söz ettiriyor. Dünyaca ünlü Mercedes ve Porsche’nin çıkış yeri burasıymış. Zaten Almanya’nın araba markalarını (Mercedes, Porsche, Wolkswagen, Audi, Opel vs.) gördüğünüzde ülkenin neden bu kadar zengin olduğunu anlayabiliyorsunuz. Japonya ile birlikte adeta dünyanın otomobil ihtiyacını karşılıyorlar.
Sıradışı görünümüyle Mercedes-Benz Müzesi
Şehirde Mercedes’in müzesi vardı. Müzede ilk üretilen arabalardan bugüne gelinceye kadar olan tüm arabaların bir örneği vardı. İlk üretilen arabalar oldukça ilkel gözükmesine rağmen, tarihi süreç içerisinde otomobil üretiminde nerelere gelindiğini görebiliyorsunuz. Otomobil üretimi, insanlık tarihi açısından inanılmaz bir olay diye düşünüyorum. Mercedes’in hikayesi de 1886’da başlamış. Yani günümüz itibariyle 132 yıllık müthiş bir birikim ve başarı hikayesi. Müzeyi gezerken, bu insanlar o tarihlerde evlerinin garajlarında motor ve araba üretmeye çalışırken, bizim coğrafyanın insanları ne yapıyordu acaba diye düşünmeden edemedim.
İlk Mercedesler böyleymiş
İlk otomobillerden. Gayet estetik görünüyor.
İlk otomobiller
Müzenin üst katlarına asansörle çıkılıyor ve ilk arabalar görülebiliyor. Aşağı katlara doğru indikçe daha yeni ve modern modelleri görebiliyorsunuz. Müzenin en alt katında ise hediyelik eşya bölümü var. Çeşitli araba modellerinin minyatür hallerini ya da Mercedes logolu değişik hediyelikleri alabiliyorsunuz. Ancak Mercedes’in oyuncakları bile oldukça pahalı. O kadar para vermeye değer mi bilmiyorum. Bu arada müzeyi gezmeye başladığınızda, salonda ilk olarak bir at heykeli bizi karşılıyor. Heykelin altında da, dönemin kralı Kaiser II. Willhem’in “Otomobil geçici bir fenomendir, atın yerini tutmaz” mealinde bir sözü vardı. İster istemez adam ne kadar ileri görüşlüymüş (!) diye düşünüyorsunuz J Müzenin hemen yakınında bir de Mercedes-Benz Arena adıyla Stuttgart kulübünün maçlarını oynadığı bir stadyum bulunuyor.
Son model modern otomobiller
Müzedeki pek çok otomobilden birisi
Şehirde Mercedes müzesinden başka bir de Porsche’un müzesi vardı ama arabalara çok da ilgili olmayan birisi olarak, bu kadar yeter diye düşündüm ve orayı ziyaret etmedim. Arabalara ilgi duyan birisi tüm gününü bu iki müzede geçirebilir.
Domuz Müzesi
Stuttgart’ta ilginç pek çok müze var. Bunlardan belki de en ilginci, domuz müzesiydi. Kültürel ve dini nedenlerle bize çok cazip gelmese de, ilginç ve farklı bir müzeydi. Müzenin girişinde domuz şeklinde bir tren vagonu vardı ve bahçesinde farklı şekillerde pek çok domuz heykeli bulunuyordu. İçeri girdiğimde ise, domuzla ilgili anahtarlıktan tutun da, tablolara, videolara, yağlı boya resimlerine kadar binlerce eser olduğunu gördüm. Sağınız solunuz, bastığınız ve baktığınız her yer domuzdu… Sadece bir nesne ile ilgili böyle bir müze yapılmış olması çok ilgimi çekti. Domuz olmasa bile böyle seçilecek bir nesne ya da hayvanla ilgili ülkemizde de çeşitli müzeler açılabilir. Ünlü şair Sunay Akın tarafından 2005 yılında açılan “Oyuncak Müzesi” de buna benzer bir müze aslında.
Domuz müzesinden görüntüler
Stuttgart’ta Üzüm Bağları
Şehrin ilginç taraflarından birisi de, her yerde görebileceğiniz üzüm bağlarıdır. Eskiden çok daha fazla olan ve burada yaşayan insanların önemli bir geçim kaynağı olan üzüm bağları, halen şehrin pek çok yerinde görülebiliyor. Bu bağlar, zaten yemyeşil olan şehre ayrı bir güzellik ve hava katıyor.
Stuttgart’ta şehir merkezinde üzüm bağları
Sindelfingen
Stuttgart’ın toplu taşıma sistemi de oldukça gelişmiş hafif-raylı sistemle şehrin her yerine ulaşılabiliyor. Bu trenlerden birine bindim yarım saatlik bir yolculukla, arkadaşımın yaşadığı Sindelfingen isimli küçük bir şehre de uğradım. Sindelfingen kendi halinde, sakin, düzenli ve huzur verici bir şehirdi. Şehrin hemen yakınında tepede büyük bir orman vardı. Arkadaşım orayı görmem gerektiğini söyledi ve beraber oraya gittik. Ormanın içinde keyifli bir şekilde yürüyüp, ne kadar dinlendirici ve huzur verici olduğunu söylüyordum ki, önümüzden küçük bir yavru yılan geçti. Yılandan hiç hazzetmediğim için, o andan itibaren, üzerine falan basarım diye attığım her adıma dikkat etmeye başladım. Bu ormandaki en ilginç şeylerden bir tanesi de kuş gözlem evi idi. Küçük bir ahşap ev yapmışlar, büyük ve geniş bir penceresi vardı. Bu pencereden siz dışarıyı görebiliyorsunuz ama dışarıdaki kuşlar sizi göremiyor. Pencerenin hemen önüne, kuşlar için yem ve su koymuşlar. Dolayısıyla ormandaki pek çok farklı kuş türü buraya geliyor ve camın arkasından da olsa, çok yakından bu kuşları görebiliyor, davranışlarını izleyebiliyorsunuz. Bizim bulunduğumuz süre içerisinde iki tane kuş geldi onları izleyebildik. Doğal ortamları sevdiğimden dolayı bu ormana bayıldım.
Küllerinden Doğan Şehir: Dresden
Almanya’yı ziyaret etmeye karar verdiğimde, hangi şehirlere gitmem gerektiği ile ilgili küçük bir araştırma yapmıştım. Daha önce orada yaşamış arkadaşlarıma da danıştım ve Dresden’e gitmem gerektiğini anladım. Stuttgart’tan trenle Dresden’e geçtim. Dresden, II. Dünya Savaş’ında bombalanan ve sonra yeniden diriltilen, adeta küllerinden yeniden doğan bir şehir.
Restore edilmiş Frauenkirsche Kilisesi
Dresden, Almanya’nın doğusunda bulunan ve biraz Prag’ı biraz da Rus şehirlerini andıran bir şehir. Zaten Prag’a yaklaşık bir saatlik bir mesafede. Çekya’da Prag’ı ziyaret edenler mutlaka burayı da görmeli diye düşünüyorum. Şehir, açık hava müzesi gibiydi. İkinci dünya savaşının son günlerinde İngiliz devlet başkanı Winston Churchill’in emriyle, bombalanan İngiliz şehirlerinin intikamını almak için bombalanmış ve adeta yerle bir olmuş bir şehirmiş. Bombardımanda şehrin yüzde yetmişi yanmış ve yıkılmış. Ayrıca binlerce insan ölmüş. Şehir uzun yıllar öyle kalmış ve özellikle 1990’lardan sonra, milyonlarca Euro (Mark) harcanarak aslına uygun olarak restore edilmiş. Bakın bir kaç bina restore edilmiş demiyorum, şehir restore edilmiş. Restorasyonlar aslına uygun olarak yapılmış ve bu süreçte yıkıntılardan kalan gerçek taşlar ve tuğlalar kullanılmış. Restore edilen binalara baktığınızda, duvarlardaki siyah olan taşların orijinal taşlar olduğunu anlayabiliyorsunuz.
Dresden’de ünlü opera binası
Opera binasının önünde eski krallardan birisine ait bir heykel
Dresden, geniş bir alana yayılmış olmasına rağmen görece küçük bir şehirdi. Her yere yürüyerek gidilebiliyor. Eski şehrin olduğu bölge turistik açıdan oldukça zengindi. Bu bölgede saraylar, müzeler, katedraller gibi görülebilecek pek çok yer bulunuyor. Avrupa’nın pek çok şehrinde olduğu gibi şehri Elbe nehri ikiye bölüyor. Nehrin üzerinde birçok tarihi köprü bulunuyor. Özellikle Frauenkirsche Kilisesi sade ama ihtişamlı yapısıyla oldukça güzeldi. Bu kilisenin kubbesine çıkıp tüm şehri yukarıdan izleyebiliyorsunuz. Ben de çıktım ve yukarıdan harika Dresden manzarasını fotoğraflayabildim.
Frauenkirsche Kilisesi’nin kubbesinden Elbe nehrinin ve şehrin görünüşü
Hemen Frauenkirsche Kilisesi’nin yakınlarında, Elbe nehrine nazır Brühl Terrace bulunuyor. Avrupanın balkonu olarak adlandırılan bu mekan yaklaşık 500 metre uzunluğunda ve bir tarafta tarihi binalar, diğer yanda nehir manzarası ve köprülerle görülesi bir yerdi. Dresden’de yapılacak etkinliklerden birisi de nehir turu olabilir. Ben de buna niyetlendim ama gittiğimde o gün için son seferin yapıldığını söylediler, diğer günlerde de fırsat olmadı.
Avrupa’nın Balkonu olarak adlandırılan Brühl Terrace
Zwinger Sarayı
Kral Augustus (1670-1733) Dresden’de adını çok sık duyacağınız birisi. Güçlü Augustus olarak biliniyor. Şehirdeki pek çok eser onun döneminde yapılmış. Zwinger Sarayı’nın yapımına da onun zamanında başlanmış ancak sarayın yapımı bitmeden ölmüş. Sarayın güzel bir taç kapısı ve bahçesi vardı. Saray içinde bulunan köşkler de müze olarak kullanılıyor.
Zwinger Sarayı ve meşhur taç kapısı
Porselen Pano
Dresden’in simgelerinden birisi de duvara işlenmiş porselen panodur. Bu panoda dünyanın en büyük porselen mozaik resmi bulunmaktadır. 102 metre uzunluğunda ve 20 bin parçadan fazla porselenden oluşan bu duvar resminde Saksonya krallığına ait kralların, lordların ve düklerin tasvirleri bulunmaktadır. Kronolojik olarak sıralanmış bu kişilerin çoğu at üzerinde tasvir edilmiş. Bu duvarın hemen karşısında hediyelik eşyalar satan yerler vardı. Oradan birkaç tane magnet aldım ve gezmeye devam ettim.
Porselen Pano
Grosser Garten (Büyük Bahçe)
Grosser Garten, 17. yüzyılda yapılmış, Dresden şehir merkezinde bulunan büyük bir bahçe. Oldukça büyük ve güzel bir bahçeydi. Asırlık ağaçların arasında insanlar yürüyor, dinleniyor, bisiklet sürüyorlar ve güzel vakit geçiriyorlardı. Bahçenin önemli bir kısmını yürüyerek gezdim. Yorulduğumda bir bankta oturdum ve sırt çantamdan kulaklığımı çıkararak telefonumdan müzik dinlemeye başladım. O an “akış” yaşadığım, hiç bitmesini istemediğim, adeta zamanın durduğu anlardan birisiydi. Şu an yazarken bile o anı yaşıyorum sanki. Öylesine dinlendirici ve hoş bir zaman kesitiydi. Ülkemizde de bu tür bahçelerin yapılmasından çok mutlu olurdum. Şükür ki liderler seçim mitinglerinde bu tür vaatlerde bulunmaya başladılar. Umarım gerçekleştirilir. Toplumsal mutluluk ve yaşam kalitesi için bu tür mekânlar çok önemli.
Grosser Garten
Grosser Garten’da huzurun doruklarında anlar
Grosser Garten’da hayvanat bahçesinde pelikanlar
Bunların dışında opera binası, alış-veriş caddesi, yine farklı pek çok müze gezilebilecek yerler arasındadır. Berlin’e, Viyana’ya ve Prag’a çok yakın olması, burayı görmek için önemli bir avantaj, ancak bu saydığım yerler kadar çok tanınmaması daha az turistin burayı ziyaret etmesine neden olmuş. Gerçi şehrin restorasyonu 2000’lerin başlarında tamamlanmış ve bugünkü halini oldukça yakın bir zamanda almış. Eminim önümüzdeki yıllarda burası adını daha çok duyuracak ve pek çok gezginin vazgeçemeyeceği bir durak olacak.
Berlin
Almanya’daki sekizinci günümü Dresden’de tamamladıktan sonra, son durağım olan Berlin’e doğru trenle yola çıktım. Babamın işi nedeniyle çocukluğum demiryollarında ve tren istasyonlarından geçtiğinden dolayı, trenle seyahat etmek bana hep keyifli gelmiştir. Dresden’den Berlin’e yaklaşık iki saatlik bir yolculuk sonucu ulaştım. Kalacağım evin sahibi, istasyonda indikten sonra eve nasıl ulaşacağımı mesajla iletmişti. Çok kolay bir şekilde elimle koymuş gibi evi buldum ve odama yerleştim. Ev sahibi ya Budist’ti ya da uzak doğuya meraklı birisiydi ki, evin her yeri Buda resimleri ya da heykelleriyle süslenmişti. Dört gece boyunca yatağımın başucundaki Buda resminin altında uyudum.
Berlin’de bir meydan
Estetik görünümüyle Berlin belediye binası
Berlin, metro ve tren ağı oldukça gelişmiş bir şehirdi. Her yere kolayca ulaşılabiliyor. Burası başkent olmasına rağmen, 3,5 milyon nüfusa sahip bir şehir. Trafik yok, toplu ulaşım imkanları çok iyi, her yerde bisiklet yolları var ve canlı bir şehir. Berlin’de gezilecek yerler o kadar çok ki dört güne hepsini sığdırmam mümkün değildi. Ben de en önemlilerini belirledim ve çoğunu da ziyaret etme imkânı buldum. Denizi olmamasına rağmen, hikâyeleriyle, tarihi eserleriyle ve düzenli haliyle beğendiğim şehirlerden birisi oldu.
Alexandre Platz adlı meydan
Hayat güzeldir
Berlin Duvarı
Berlin deyince soğuk savaş dönemini anmamak mümkün değil. Aslında şehrin yakın tarihe ilişkin hikâyelerinin hemen hepsi bu dönemle ilgili. Batı ve Doğu Almanya’yı birbirinden ayıran Berlin Duvarı (1961-1989) da şehrin simgelerinden birisi haline gelmiş. Çocukluğumda bu duvarın yıkılması ile ilgili haberleri TRT’de izlediğimi hazırlıyorum. Tabii ki o zamanlar bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum. Yalnızca, iki Almanya’nın birleşmesini ve başkentin Bonn’dan Berlin’e taşınmasını hatırlıyorum. Dolayısıyla Berlin Duvarı’nı görmek heyecan verici bir deneyimdi. Kilometrelerce uzayan duvarın büyük bir kısmı yıkılmış ancak kalan kısımları korumaya alınmış ve turistler için bir ziyaret merkezi olmuş. East Side Gallery olarak adlandırılan bu bölgede dünyanın farklı bölgelerinden pek çok sanatçı duvarı eserleriyle süslemişler. Turistlerin vazgeçilmez mekânlarından olan, hemen nehrin kıyısındaki bu bölgede, pek çok turist gibi onlarca fotoğraf çekmekten kendimi alamadım.
Berlin Duvarı kalıntıları
East Side Gallery (Berlin Duvarı)
Berlin Duvarı, bizler için her ne kadar eğlenceli ve turistik bir mekan olsa da, pek çok acıya neden olmuş ve “utanç duvarı” olarak da anılan bir yermiş. Özellikle Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçmaya çalışan pek çok kişi öldürülmüş. Duvarın farklı yakalarında kalan insanlar uzun yıllar yakınlarını görememiş. Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan, 1987 yılında Berlin’i ziyaret etmiş ve Brandenburg kapısında yaptığı tarihi konuşmada, “Mr. Gorbaçov. Bu kapıyı açın, bu duvarı yıkın” çağrısında bulunmuştur. Bu konuşmadan iki yıl sonra da duvar yıkılmıştır. Konuşmanın videosuna buradan ulaşabilirsiniz. https://www.izlesene.com/video/ronald-reagan-bay-gorbacov-bu-duvari-yikin/8680514
Berlin Duvarı dünyadan pek çok sanatçının eserlerini sergilediği bir yer olmuş
Charlie Check Point
Soğuk savaş döneminden bahsedip de, Charlie Check Point’ten bahsetmemek olmaz. Burası, o dönemde Amerikan ordusu kontrol noktası olarak hizmet vermiş. Şu anda da turistik olarak hizmet veriyor ve soğuk savaş yıllarının sembolü olarak görülüyor. Pek çok insan ziyaret ediyor ve fotoğraf çektiriyor. Bu arada fotoğraf çektirmenin de ücretli (3 Euro) olduğunu belirteyim. 27 Ekim 1961’de Sovyet ve Amerikan tankları burada karşı karşıya gelmiş ve pek de küçümsenemeyecek bir gerilim yaşanmış. Bu arada kontrol noktasının hemen arkasında bulunan McDonalds da ilginç olmuş.
27 Ekim 1961’de Sovyet ve Amerikan tankları bu noktada karşı karşıya gelmiş.
Charlie Check Point’i gördükten sonra acıktığımı fark ettim. Zaten kahvaltı da yapmamıştım ve oraya yakın bir yerlerde gördüğüm bir pizzacıya girdim. Bir tane mantarlı pizza söyledim ve yemeye başladım. Bu arada restoranlarda fark ettiğim önemli bir şey de, servis hizmetlerinin çok yavaş olmasıydı. Sanki dakikalarca orada otursam da kimse gelmeyecek gibi hissettim. Aynı durum hesap öderken de geçerliydi. Neyse ben pizzamı yerken, bir çift geldi ve masama oturmak için izin istediler. Ben de tabii ki dedim ve oturdular. Alman bir çiftmiş ve Berlin’i gezmeye gelmişler. Onlarla orada bir süre sohbet ettik ve ayrıldım. Saatler sonra akşama doğru, Berlin Duvarının olduğu yere (East Side Gallery) gittiğimde tekrar onlarla karşılaştık. İlginç bir karşılaşma oldu diye gülüştük ve beraber fotoğraf çektirdik. Ama birbirimizin isimlerini öğrenmedik. Ayrılıp eve gittikten sonra, neden sormadım isimlerini diye hayıflandım. Birbirimizi bir daha görmeyecek olsak da isimlerimizi öğrenmemiz iyi olurdu sanırım.
Brandenburg Kapısı
Berlin’in simgesi olan Brandenburg Kapısı da mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerden birisi. CNN Berlin’e bağlandığında bu kapıyı göstermektedir. Kapı, 1791 yılında kraliyet ailesinin geçişini sağlamak üzere inşa edilmiş ve gerek sütunları gerekse ihtişamlı duruşuyla oldukça etkileyiciydi. Kapının üzerinde, dört atın çektiği bir tanrıçayı taşıyan at arabası heykeli bulunmaktadır. 1806 yılında Napolyon şehri aldığında bu heykeli Paris’e götürmüş ancak 1814 yılında Prusya Generali Napolyon’u mağlup edince heykel tekrar asıl yerine getirilmiştir.
Brandenburg Kapısı
Kapının bulunduğu meydanda büyük bir otel var, Hotel Adlon. Atatürk’ün Şehzade Vahdetti’nle Almanya ziyaretinde on gün kadar kaldıkları otel burası. Michael Jackson da bebeğini bu otelin penceresinden sarkıtmış 🙂 Özellikle bu olaydan sonra otel iyice ünlü olmuş.
Hotel Adlon
Yahudi Soykırım Anıtı
Berlin’de Brandenburg kapısının hemen yakınlarında Yahudi Soykırım Anıtı bulunmaktadır. 1900 metrekarelik bir alana yapılmış bu anıtta, iki binden fazla beton blok bulunmaktadır. Oldukça uzun süren tartışmalardan sonra bu anıtın buraya yapılmasına karar verilmiş. Beton blokların bulunduğu yerin altında da bir müze bulunuyor. Ama ben müzeyi görmedim. Almanya’da Yahudi soykırımı ile ilgili olarak kamplar ya da müzeler gibi görülecek çok fazla yer olduğunu biliyorum. Belki başka bir sefer buraları da gezebilirim. Bu arada Berlin’de Yahudi toplumuna ait büyük bir de ibadethane (havra) bulunuyor.
Berlin’de Yahudi soykırım anıtı
Küçük İstanbul: Kreuzberg
Berlin’de ciddi bir Türk nüfusu var. Tam olarak bilmiyorum ama 150 binden fazla olduğuna dair bilgiler okudum. Yalnız şunu net olarak söyleyebilirim ki, Berlin’deki göçmen gruplar arasında ilk sırada Türkler yer alıyormuş. Bunu Polonyalılar ve eski Yugoslavyalı göçmenler izliyormuş.
Küçük İstanbul (Kreuzberg)
Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerden birisi Kreuzberg. Türkler buraya kendi aralarında “Küçük İstanbul” adını da vermişler. Eskiden bu bölge Berlin duvarının yakınlarında, terk edilmiş bir bölgeymiş. O zamanlar Türkler buralara yerleşmişler ama şu anda şehrin oldukça merkezinde kalmış bir yer. Şehir merkezindeki Alexandre Platz adı verilen meydandan metroyla 15-20 dk’da buraya ulaşılabiliyor. Zaten gurbetçilerimiz, “Türkiye’yi mi özledim, 15 dakikada oradayım” diyorlarmış. Kreuzberg’e gittiğimde, her yerin grafitilerle süslenmiş olduğunu gördüm. Onun dışında Türkiye’nin pek çok farklı bölgesinden insanlar dükkanlar açmış. Hasır isimli güzel bir restoran vardı. Günlerdir fast-food tarzı şeyler yemekten bıkmıştım. Görür görmez buraya girdim ve önce bir mercimek çorbası ardında da şiş kebap söyledim. Türkiye’deki iyi kebapçılardan az kalır yanı yoktu, gayet güzeldi. Dikkatimi çeken bir başka şey ise, buradaki Sushi restoranlarının çokluğu idi. Fazlasıyla suşi meraklısıyımdır ama o gün kebap isteğim baskın geldi. Bu bölgeyle ilgili üzüldüğüm nokta ise, maalesef her yerde çöplerin olmasıydı. Sevgili vatandaşlarımız bu alışkanlıklarını burada da değiştirmemişler ve pet şişe, kağıt, ambalaj, ellerine ne geçirdilerse sokaklara atmışlar. Berlin’in başka yerlerinde böyle bir şeye rastlamadım, gayet temiz bir şehirdi.
Kreuzerg sokakları
Berlin’de pek çok ihtişamlı katedral ve kilise de bulunuyordu. Bunların çoğunu gezdim. Yine meclis binaları da çok etkileyiciydi. Otobüsle Karl Marx Bulvarı’ndan geçtim. Upuzun, geniş ve kenarlarında ağaçların bulunduğu güzel bir bulvardı. Yürüyüş için ideal bir yerdi. Burada mutlaka yürümeliyim diye düşünmüştüm. Ancak son gün kendimi oldukça yorgun hissettim, o yürüyüşü yapabilecek gücü kendimde bulamadım. Ama içimde kaldı, çok güzeldi…
Berlin’in merkezinde harika bir Katedral
Berlin’de Türklerle de konuşma fırsatım oldu. Gördüğüm kadarıyla izlenimlerimi söyleyecek olursam. Maalesef bizimkiler topluma entegre olamamışlar. Almanlarla ilgili pek olumlu şeyler de söylemediler. Yargılamadan dinlemeye çalıştım. Özellikle ilk kuşak gurbetçiler bu uyum sorununu daha çok yaşamışlar gibi görünüyor. Aslında buna uyum sorunu demek de doğru değil. Pek böyle bir çabaları olmamış. Konuştuğumuz 65-70 yaşlarındaki yaşlı bir çift, buraya 50 yıl kadar önce geldiklerini ama hiç Almanca bilmediklerini söylediler. Hep Türklerin bulunduğu yerlerde yaşamışlar, fabrikada çalışanlar da Türk’tü dolayısıyla bir ihtiyaç hissetmedik dediler. Emeklilikten sonra Türkiye’ye dönmüşler ama çocukları ve torunları Almanya’da kaldığı için sıkıntı yaşamışlar. Şimdi yılın yarısını Türkiye’de yarısını Almanya’da geçiriyorlarmış.
Berlin’de son akşam hediyelik eşya satan dükkanları gezdim. Eşe dosta ufak tefek hediyeler (kupa, magnet, kalem vs.) aldım. Zaten yürümekten çok yorulmuştum, dönüş için hazırlıklarımı tamamladım ve uyudum. Uçağa bindikten sonra birkaç saat için de İstanbul’daydım. Yine mutlu anılarla zihnime kazınan, unutmayacağım bir gezi olmuştu. Mutluluk, güzel anılar biriktirmektir, derler. Bu anılara bir yenisini ekleyerek, bu güzel ülkeden ayrıldım.
Eylül ayında Tunus’a gitmek gibi bir düşüncem var ama bakalım. Aslında İngiltere’ye gitmeyi çok istiyorum ama orası yeşil pasaport için de vize istiyor. Vize almaya da üşeniyorum açıkçası. Bakalım zaman neler gösterecek.
Sevgi ve selamlarımla,
Almanya’dan Kısa Kısa Notlar
-Almanya mutluluk sıralamasında 154 ülke arasında 13. sırada yer alıyor. Yaşam kalitesi oldukça yüksek.
-Her yerde Türkçe konuşan birilerini duyuyorsunuz. Hatta Stuttgart’ta havaalanında Türkçe anons bile yapıyorlar.
-Zengin bir ülke olduğunu her halinden anlıyorsunuz. Sadece Dresden’in restorasyonuna yüz milyonlarca Euro harcanmış.
-Ekonomik açıdan alım güçleri oldukça yüksek.
-Çevreyi koruma konusunda oldukça bilinçliler. Geri dönüşüm meselesinde oldukça iyiler.
-Avrupa’nın pek çok ülkesi gibi oldukça yeşil şehirlere sahipler.
-Ülkede çok fazla göçmen nüfus var. Yaşanılır bir ülke olması burayı cazip kılıyor sanırım.
-Dresden, ırkçılığın yüksek olduğu şehirlerden birisi. PEGİDA adlı ırkçı örgüt burada kurulmuş.
Almanya Fotoğraf Galerisi
Brandenburg meydanında faytonlar. Keşke bizde faytona koşulan atlar da böyle iyi bakımlı olsa
Berlin’deki pek çok güzel binadan birisi
Almanya cumhurbaşkanlığı binası. Sade ve güzel. Çok zengin olsaydım böyle bir malikane yaptırırdım 🙂
Yeşil ve güzel caddeler
Çok büyük paralar harcanarak yapılmış, içinde pek çok dükkanın da olduğu Berlin tren garı
Almanya meclis binası
Balzac Cafe
Berlin Hayvanat Bahçesinde çocuklar
Berlin’de Buda resmi altında uyuduğum oda
Berlin’den bir kare
Sokak sanatçıları
Berlin’de doğmuş büyümüş otobüs şoförü bir abla
Alman turist arkadaşlar
Einstein Cafe
Brandenburg Kapısı
Berlin televizyon kulesi
Ne güzel bir gezi olmuş.Almanya hakkındaki fikirlerimi değiştirdiniz. Soğuk bir ülke olarak düşünürdüm hep ve görülecek yerler listemde sonlarda yer alırdı iyi ki paylaştıniz teşekkürler:)
Ben de öyle düşünüyordum ve o yüzden gezi planlarım arasında hiç yoktu. Pek tabii ki bir İtalya değil ama kesinlikle güzel ve görülesi bir ülke 🙂
Hem eğlenceli, hem bilgi kaynaklı. Mutluluk güzel anılar biriktirmektir. Neredeyse gezmiş kadar oldum yazı ve fotoğraflarla. Emeğinize sağlık. ‘LIFE IS BEAUTIFUL’
Beğeniniz için teşekkür ederim. Hayat güzeldir, paylaşmak da güzeldir. Gördüklerim, deneyimlerim yalnız bana kalmasın düşüncesiyle yazıyorum.