Mükemmel Günler filmi, 78 yaşındaki Alman yönetmen Wim Wenders’in çektiği ve başrolünde Japon oyuncu Kōji Yakusho’nun oynadığı bir durum filmidir. Bu yönü itibariyle de filmde pek bir olay ya da aksiyon bulunmuyor. Bu yazıda filmi pozitif psikoloji bağlamında ele alıp değerlendirmeye çalışacağım.
Öncelikle film modern şehir yaşamına ve kapitalizme bir meydan okuma ya da böyle bir yaşam tarzı içerisinde hayatta kalma rehberi gibi değerlendirilebilir. Film ister istemez hayatınızı sorgulatıyor. Hızlı şehir yaşamı içerisinde sürekli bir koşuşturmaca içinde olduğunuzu, yürüme bandındaki bir insan gibi sürekli çabaladığınızı, şikâyet ettiğinizi ama bir yere varamadığınızı fark ediyorsunuz. Irvin Yalom Varoluşçu Psikoterapi kitabında hayatın anlamı ile ilgili bölüme bir hikayeyle başlar. Bir grup insanın bir yerdeki tuğlaları alıp başka bir yere taşıdıklarını anlatır. Bunu durmaksızın yapmaktadırlar. Taşıma işlemi bitince de aynı tuğlaları bu sefer eski yerine taşırlar. Bu insanlardan birisi bir gün ne yaptığını düşünecek kadar duraksama imkanına sahip olur ve bu tuğlaları taşımanın nasıl bir anlamı olabileceğini kendi kendine sorar. O andan itibaren yaşamı asla eskisi gibi olmaz. Bu filmde bize aynı sorgulamayı yaptırıyor. Ne yapıyorum? Nereye ulaşmaya çalışıyorum? Bu kadar koşuşturmacanın anlamı ne? Bu sorgulatıcı rolünün dışında kalbinizi ısıtacak nitelikte bir film olduğunu söyleyebilirim. Film içerisinde, minimalist yaşama (gönüllü sadelik), doğadan kopuşumuza, bilinçli farkındalığa (mindfulness), yavaşlamaya, rafine zevklere, içinde bulunulan şartlara rağmen başka bir hayatın mümkün olduğuna, mutluluğun tüketimde aranmaması gerektiğine, özenli olmaya, istek-ihtiyaç ayrımına ve rutinlere dikkat çekiliyor. Yönetmen bunları düşünerek mi bu filmi çekti bilmiyorum ama benim ilgimi çeken yönleri bunlar oldu. Eminim herkes kendi zihinsel donanımına, hayattaki önceliklerine ve değerlerine göre filmde farklı şeyler görecektir. Film değerlendirmenin güzel yanı da aslında budur. Aynı filmi izleyip farklı yönlerini görüyoruz. Bu anlamda sizin dikkatinizi çeken yönlerini de aşağıda yorumlarda belirtebilirseniz sevinirim.
Filme dönecek olursak, kahramanımız Hirayama 50’li yaşlarında, umumi tuvaletleri temizleyen, yalnız yaşayan bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Filmin ilerleyen bölümlerinde anlıyoruz ki aslında Hirayama’nın hikayesi bir düşüş ya da tercih hikayesi. Zengin bir aileden geliyor ancak bilmediğimiz bir nedenden dolayı o hayatı reddetmiş ve kendi mütevazı yaşamını kurmuş. İçine doğduğu bir hayattan ziyade kendi seçtiği ve düzenlediği bir hayatı yaşadığını görüyoruz. Hirayama’nın rutinleri önemli görünüyor. Her gün aynı şeyleri yapıyor. Mobilyaların olmadığı, Japonların geleneksel evlerine benzetilebilecek basit bir evde yaşıyor. Çiçekleri, kasetleri ve kutulara arşivlediği fotoğrafları var. Her sabah uyanıp kişisel temizliğini ve bakımını yapıyor. Çiçeklerini suluyor. Otomattan bir kahve alıyor ve işine giderken arabada onu içiyor. Arabasıyla işe giderken ve gelirken eski olarak nitelendirilebilecek yabancı dilde şarkıları dinliyor. İşini büyük bir özenle yapıyor. Gerekli olmadıkça konuşmuyor. Öyle ki iki saatlik film boyunca tüm konuşmaları birkaç dakikayı aşmıyor. Hatta yanında çalışan bir genç onunla ilgili bir arkadaşına “onun sesinin bile nasıl olduğunu bilmiyorum” diyor. Öğle yemeğini hep aynı parkta yiyor, yine o parkta ağaçların fotoğraflarını çekiyor. İş sonrası hamama gidiyor. Aynı küçük restoranda yemek yiyor ve sürekli aynı bara gidip bir şeyler içiyor. Edebiyata da ilgili aynı kitapçıdan okudukça yeni kitaplar alıyor ve uyumadan önce masa lambası ışığında kitabını okuyor. Filmin bir bölümünde evinden kaçmış olan kız yeğeni onda kalmaya geliyor. Onun gelişi bu rutinini bozduğu için biraz rahatsız olsa da yeğeniyle vakit geçirmekten memnun oluyor.
Psikolojik İyi Oluş – Mutluluk
Filmi mutluluk açısından değerlendirecek olursak, tüm bu rutin içerisinde dikkatimizi çeken nokta ise Hirayama’nın mutlu, dingin ve huzurlu hali oluyor. Kahramanımız mevcut şartlarda mutlu olmayı becerebiliyor. Tokyo gibi kalabalık ve yoğun bir şehirde, kendisine doğayla etkileşime geçebilecek imkanlar yaratıyor, gün içerisinde kalbini ısıtacak küçük mutlulukları topluyor. Isaac Asimov, “mutluluk, başka bir yerde olmanız, başka bir şey yapmanız ya da başka biri olmanız gerektiği duygusuna kapılmamaktır” der. Hirayama tam olarak bunu yaşıyor. Mevcut koşulları her neyse, bunlardan şikayet etmek yerine buradaki mutlulukları derlemeye çalışıyor. Bunun verdiği dinginlik ve şükran duygusunu yaşıyor. Adeta mutluluğun koşullardan çok tutumla ilgili olduğunu bize göstermeye çalışıyor. Bu şekilde hayatına anlam ve değer katmaya çalışıyor. Hayatın anlamı ile ilgili konuşmaları üzerine Viktor Frankl’a bir terzi çırağı “bir terzi çırağı olarak nasıl anlamlı bir hayatım olabilir ki?” diye bir soru sorar. Frankl bu suali “anlam açısından önemli olan hayatta nerede durduğunuz değil, yerinizi ve çevrenizi nasıl doldurduğunuzdur” diyerek yanıtlar. Hirayama’nın yaptığı da tam olarak budur diyebiliriz. Ne iş yaptığından, nerede yaşadığından, hayat içerisindeki konumundan ve şartlarından bağımsız olarak yerini ve çevresini doldurmaya çalışmaktadır. Hayatın sıradanlığı içerisinde de mutluluğu bulabilmektedir. Yakın zamanda izlediğim ve çok etkilendiğim “1883” adlı dizide de 80’ine merdiven dayamış yaşlı bir karakter, 19-20 yaşında ölen genç bir kız için “O kızı altı ay boyunca izledim ve bizden çok yaşadığını gördüm. Yetmiş beş yaşındayım ve benden çok güldü, benden çok sevdi, benden çok savaştı, benden çok yaşadı” diyordu. Sanırım iyi yaşam açısından önemli olan hayatın uzunluğundan ziyade yoğunluğu ve o süreyi nasıl değerlendirdiğimizdir.
Gönüllü Sadelik (Minimalizm)
Filmde dikkatimi çeken noktalardan birisi de Hirayama’nın minimalist bir yaşamı tercih etmesidir. Minimalizmi gönüllü sadelik olarak nitelendirebiliriz. Hayatımızdaki tüm fazlalıklardan kurtulmak ve sadeliğin verdiği huzuru yaşamak. Leo Babauta, “Minimalizm, her türlü dağınıklığın ortadan kalkmasıyla sizin, huzur, özgürlük ve hafiflikle kalmanızdır” der. Albert Einstein da dingin ve mütevazı bir hayatın, sürekli huzursuzluğun eşlik ettiği başarı peşinde koşulan bir hayata nazaran daha fazla mutluluk getireceğini ifade etmiştir. Minimalist yaşam istek-ihtiyaç ayrımını yapabilmekle alakalı ve mümkündür. Sinoplu Diyojen bunun üzerinde çok durmuş ve ihtiyaçlarımızın ne kadar az olduğunu, isteklerimizin ise sınırsız olduğunu vurgulamıştır. Yine filozof imparator Marcus Aurelius’un “mutlu olmak için ne kadar az şeye ihtiyacım var” sözü de minimalizme işaret etmektedir. Pozitif psikoloji alanında, minimalizm ve mutluluk ilişkisine yönelik araştırmalar da minimalist yaşamın mutluluğu artırdığına işaret etmektedir. Hirayama, gönüllü sadeliği ve mütevazılığı hayatının her boyutunda yaşamaktadır. Japonya ve özellikle Tokyo, teknoloji konusunda dünyada çok ileri bir noktadadır. Her şey teknolojik ve dijitaldir. Buna rağmen kahramanımız analog bir fotoğraf makinası kullanmaktadır, elektronik kitap okumamaktadır, telefonu basit bir telefondur ve çok az kullanmaktadır, bisiklete binmektedir, sade giyinmektedir, evini eşya ve alet-edevatla doldurmamıştır. Hatta televizyonu ve bilgisayarı da yoktur. Bu kısmı bana biraz tuhaf geldi. Televizyonu anlayabilirim ama bilgisayarsız olmak bana göre değil diye düşünüyorum. Yine kitaplara, fotoğrafçılığa ve müziğe olan ilgisinin yanında sinemaya da ilgi göstermesini beklerdim. Ancak böyle bir ilgisinin de olmadığını gözlemliyoruz. Özetle, Hirayama mutluluğu tüketimde aramamaktadır. Sahip olduklarıyla mutluluğu mümkün kılabilmektedir.
Hirayama’nın ilişkileri de minimalist görünüyor. Seçilmiş bir yalnızlık yaşıyor. Az insan çok huzur anlayışını benimsemiş gibi görünüyor. Sınırlı sayıda kişiyle ilişkisi ve iletişimi var. Ailesiyle de iletişim kurmuyor. Bu yönü ruh sağlığı açısından riskli olarak değerlendirilebilir. Çünkü yalnızlık, pek çok ruh sağlığı sorunun üreyebileceği en uygun ortam olarak nitelendirilmektedir. Ancak filmin bir bölümünde arabasından, şoföründen, giyim kuşamından çok varlıklı olduğu anlaşılan ablası Hirayama’yı ziyaret ediyor ve artık babasıyla konuşması için onu teşvik ediyor. O konuşmadan ailesiyle sorunlar yaşadığını ve onlardan uzaklaştığını anlayabiliyoruz. Ancak ne yaşadığı ile ilgili filmde başka bir bilgi yer almıyor. Olumsuz, stresli, acı kaynağı olan ilişkilerdense seçilmiş bir yalnızlık ruh sağlığı açısından daha iyi olabilir. Zaten Hirayama da yalnız olmaktan dolayı üzgün ya da sıkılmış gibi görünmüyor.
İnsan Doğa Etkileşimi
Bir başka değinmemiz gereken nokta da doğa insan etkileşimidir. Doğadan kopmuş olmamız mutsuzluğumuzun ve gerginliğimizin önemli nedenlerindendir. Biz doğaya aitiz, ondan uzaklaşarak evimizi, yuvamızı kaybetmiş gibiyiz. Bu anlamda Desmond Morris, modern şehirleri “insanat bahçesi” olarak nitelendirmektedir. Nasıl ki hayvanat bahçelerinde doğal ortamından koparılmış hayvanlar, canlılıklarını ve enerjilerini yitirip pörsüyor ve doğal hallerinden uzaklaşıyorlarsa tabiattan uzaklaşmış insan da bu insanat bahçelerinde nevrotik bir ruh haline bürünmekte, depresif, gergin ve kaygılı olmaktadırlar. Filmde Hirayama, Tokyo gibi dünyanın en kalabalık ve büyük metropollerinden birisinde bu duruma da kendisince çözümler bulmuş görünmektedir. Parklar da ağaçları gözlemlemekte, onların fotoğraflarını çekmektedir. Onun dışında parkta bulduğu küçük filizleri evine götürmekte ve onları saksıya dikmektedir. Kötü hissettiği, üzgün olduğu durumlarda deniz kıyısında vakit geçirmektedir. Her sabah uyandığında güneşe bakıp gülümsemektedir. Yağmurlu havada bisiklet sürmektedir. Yani olabildiği kadar kendisine doğayla etkileşimde bulunabileceği imkanlar yaratmaktadır.
Estetik ve Mükemmelliğin Takdiri
Pozitif psikolojide araştırma konularından ve karakter güçlerinden birisi de “estetik ve mükemmelliğin takdiri” konusudur. Kavram, hayattaki güzellikleri, estetiği, şükran duyulması gereken şeyleri fark etme ve takdir etmeyle ilgilidir. Bir başka deyişle, hayata dair içinde güzellik barındıran şeyler karşısında hayranlık, şaşkınlık, büyülenme ve takdir duygusu hissetmektir.*Bu konuda Lynn Thomson, “Soğuk bir tarlada gökyüzüne bakmak, kuşlara hayran olmak ve çevremdeki doğal dünyada vakit geçirmek basit bir mucizeydi. O an neden bu kadar nadiren takdir edebildiğimizi merak ettim” demektedir.* Filmin kahramanı Hirayama bunu başarıyla uygulamaktadır. Güneşe baktığında mutlu olmakta, ağaçların güzelliklerini görüp fotoğraflarını çekmekte, bir çocuğun masumluğundan etkilenip ona yardım etmekte, dinlediği müziklerden keyif alabilmektedir. Estetik ve mükemmelliğin takdiri beynimizin ve gözümüzün bu yönde eğitilmesi ile mümkündür. Bu konuda başarılı olamayan kişilerin en belirgin özellikleri, her şeyde bir kusur bulmaları, sürekli bir şikayet hali içinde olmaları ve hiçbir şeyden memnun olmamaları durumudur. Bu tür kişiler Fransız şair Charles Baudelaire’nin ifade ettiği gibi “Her nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir” anlayışı içindedirler. Norman Vincent Peale de bu tür kişileri mutsuzluk imalatçıları olarak nitelendiriyor ve Olumlu Düşünmenin Gücü adlı kitabında şu anekdotu paylaşıyor: “Bir tren yolculuğu sırasında tam karşımda bir çift oturuyordu. Kadının giysilerinden sosyo-ekonomik düzeyinin yüksek olduğu anlaşılıyordu. Birçok insana nazaran mutlu olmasına yetecek pek çok imkana sahipti. Fakat kadın yüzünde mutsuz bir ifadeyle aklına gelen herkesi eleştiriyor ve hiçbir şeyden memnun değilmiş gibi şikayetler sıralıyordu. Efendim vagon niçin bu kadar sallanıyormuş, yemek çeşitleri neden bu kadar azmış, garson neden kendilerine iyi hizmet etmiyormuş. İşte bunun gibi şeyler. Adam ise daha olgun ve anlayışlı görünüyordu. Sohbet ederken kendisine mesleğini sordum. Avukat olduğunu söyledi. Hemen arkasından da karısının mesleğinin de imalatçılık olduğunu ifade etti. Kadın ise görünüşü itibariyle hiç de imalat işinde çalışan birisine benzemiyordu. Ne imalatında çalışıyor diye sorunca cevabı “Mutsuzluk imal ediyor, kendi mutsuzluğunu üretiyor” oldu.”**
Yavaşla
Filmde dikkat çeken bir başka noktada Hirayama’nın gayet planlı, sistemli ve yavaş bir yaşamının olmasıdır. Hiç acelesi yok, koşuşturma içinde değil. Stresi hayatından çıkarmış gibi. Tüm görevlerini, hoşuna giden şeyleri yerli yerinde ve hakkını vererek yapıyor. Bunu zaman yönetimi konusunda başarılı olmasına ve rutinlerini takip etmesine bağlayabiliriz. Yavaş yaşıyor, sindire sindire yaşıyor. Gündemi kaçırma gibi bir kaygısı ya da korkusu yok. Her şeye yetişmek ya da her şeyi tüketmek gibi bir çabası da yok. Bunu dinlediği müziklerde de görebiliyoruz. 80’lere ait kaliteli müzikleri dinliyor. Okunmamış her kitap, izlenmemiş her film, dinlenmemiş her müzik yenidir anlayışıyla hareket ediyor.
Filmin sonundaki “Feeling Good” şarkısı da harika olmuş. Filmi izledikten sonra bu şarkıyı kaç kez dinlediğimi hatırlamıyorum. Şarkıyı Nina Simone ve Michael Buble’den farklı yorumlarla dinleyebilirsiniz. Şarkının sözlerinin Türkçesini de bulabilirsiniz. Anlayarak dinlerseniz eminim çok beğeneceksiniz.
Özetleyecek olursak Hirayama;
-Gözleri yıldızlardayken ayağının dibindeki çiçekleri unutmuyor.
-Her zaman sahip olduğumuzdan başka bir hayatın mümkün olduğunu gösteriyor.
-İçinde doğduğu dünyada değil, seçtiği dünyada yaşıyor.
-Mutluluğu tüketimde aramıyor, minimalist yaşıyor.
-Hayatındaki küçük mutlulukları topluyor ve biriktiriyor.
-Hayatın sıradanlığı içinde de mutluluğun bulunabileceğini gösteriyor.
-Başka bir yerde olma, başka biri olma, başka bir şey yapma kaygısı içinde olmuyor.
Sevgiler, selamlar…
Tayfun Doğan
22.08.2024
Küçükyalı / İstanbul
*Işık, Ş. (2021). Karakter Güçleri ve Erdemler, Pegem Yayıncılık.
**Peale, N. V. (2023). Olumlu Düşünmenin Gücü. Profil Kitap.
Filmi izlerken bu kadar az konuşmaya ve tekrarlanan bu kadar rutine rağmen sıkılmadan nasıl izlediğimi sorguladım. Sıkılmıyordum çünkü Hirayama’nın tercih ettiği yaşamın kendine sunduğu huzuru sanırım ben de fazlasıyla hissettim. Aslında belli bir rutinin de oldukça huzurlu olduğunu fark ettim. Kendini kaybetmeden, sıralı, yavaş ve dingin… Tayfun hocam filmle ilgili gerçekten çok kapsamlı bir değerlendirme yapmışsınız. Filmi izledikten hemen sonra bu değerlendirmeyi okumak da film kadar katkı sundu. Söylediklerinize benzer şekilde ben de karakterin mutluluğu olumsuz durumlardansa olumlu gelişmelere odaklanarak tercih ettiğini fark ettim. İlk sahnelerde yardım ettiği küçük çocuğun annesinin kendisine karşı çok kaba bir tavrı olduğunu görüyoruz. Hirayama’ya teşekkür etmiyor, üstelik Hirayama elini tuttuğu için çocuğunun elini ıslak mendille temizliyor. Hirayama bu sahnede nötr gibi geldi, hemen sonra çocuğun arkasını dönerek kendisine el sallamasına ise gülümseyerek ve mutlu olarak yanıt veriyor. Mutsuz olmak için sebepler var ama mutsuz olmamak ve mutlu olunabilecek sebeplere odaklanmak bir tercih gibi görünüyor. Son olarak çektiği fotoğrafların benzerliği de benim için merak konusu oldu. Gökyüzü, ağaç ve güneşi birlikte kadraja alıyor. Ve sanki sadece bu poza odaklanıyor. Fotoğrafların çıktısını aldıktan sonra beğenmeyerek yok ettiği çiçek fotoğrafı da aslında güzel bir doğa fotoğrafı gibi. Ya onun güzellik algısına uymuyor ya da özellikle ağaçla bağı ile ilgili bir şey hissettirmek istiyor yönetmen. Karakterimizin uykuya daldığı sıralarda ekrana gelen silik görüntüler de bunu hissettiriyor. Ama film boyunca oluşan bu boşluk doldurulmak istenmiyor. Belki de izleyiciye bırakılıyor. Tüm bu haliyle gayet doyurucu, mükemmel sonlu bir film olmuş. Ve mükemmel değerlendirmeniz ile de filmi taçlandırmış olduk. Emeğinize sağlık 😊
Teşekkür ederim Beste. Evet filmde doldurulması gereken çok boşluk var. Rüyalarını neden gördüğünü bilmiyoruz. Parktaki evsiz adam neden sürekli görünüyor bilmiyoruz. Ama genel olarak konu iyi işlenmiş, güzel bir film.