Roma Seyahat Notları
Akademik çalışmalardan bunaldığım ve çalıştığım üniversiteden istifa ettiğim bir dönemde, alıp başımı sadece gezi amaçlı bir yerlere gitmek istedim. Önce Pakistan’a gitmek istedim ama çeşitli nedenlerle Pakistan gezisini iptal etmek zorunda kaldım. Avrupa’da ve daha kolay ulaşılabilir, ayrıca güvenli bir ülke aradım ve İtalya’ya gitmeye karar verdim. Böylece İtalya ile ilgili araştırmalar yapmaya başladım ve ne bulduysam okudum. Gerçi gittiğimde okuduklarımın yine de yeterli olmadığını gördüm. Bir yere seyahat etmeden önce o yerle ilgili çok daha ayrıntılı okumak ve araştırmak gerekiyor. Aksi takdirde binalara bakıp geliyorsunuz.
Roma
İtalya, dünyanın da 6. Büyük ekonomisi bununla birlikte Birleşmiş Milletler’in hazırladığı Dünya Mutluluk Raporu’na göre ise 50. sıralarda bir ülke. Bu konumu itibariyle Avrupa’da mutluluk düzeyi en düşük ülkeler arasında diyebiliriz. Bizim de 70. sıralarda olduğumuz göz önüne alınırsa birbirine benzer ülkeler sayılabiliriz. İnsanları da fiziksel açıdan Anadolu insanına benziyor. Yani soluk benizli Kuzey ya da Batı Avrupa insanından farklılar. Zaten tarihçiler de, İtalyanların atalarının Anadolu’dan gittiğini söylüyorlar.
Pegasus hava yollarından Roma’ya gidiş ve Milano’dan dönüş olacak şekilde bir bilet alarak işe başladım. Aldığıma da bin pişman oldum ama onu sonra başka bir yazıda anlatacağım. Uçak fırtınaya yakalandı, az daha gerçek anlamda uçuyorduk öbür tarafa…
Eski Romalıların yaşadığı Roma Forum
Roma, eski dünyanın başkenti, İstanbul’un ruh ikizi, Sezar’ın, Spartaküs’ün, Neron’un ve Totti’nin şehri. Düşünün 3000 bin yıllık geçmişe sahip bir şehir Roma. Romus ve Romulus isimli, dişi bir kurdun büyüttüğü kardeşlerin kurduğuna inanılan bir şehir. Eski dünyanın başkenti olması sürpriz değil, “her yol Roma’ya çıkar” demiş eskiler. İstanbul’dan 2,5 saatlik bir uçuş sonrasında Roma Fiumicino havaalanına indim. İnmemle birlikte ilk şoku yaşadım. Avrupa’da bu kadar önemli ve turistik bir başkentte nasıl böyle bir havaalanı olabilir anlamak mümkün değil. Pasaport kontrolü tam bir işkence, yaklaşık 2 saat kadar sırada bekledim. Hoş sıra da yoktu, sıcak ve havasız bir ortamda kalabalığın içinde sürükleniyorduk. Neyse, pasaport kontrolünden geçtikten sonra, havaalanının çıkışındaki istasyondan Roma’nın merkezindeki Termini tren istasyonuna bir bilet aldım. Otelim de istasyona beş dakikalık bir yürüme mesafesindeydi zaten. Gezilerde tren istasyonlarına yakın yerlerden otel ayarlamak her zaman avantajlı oluyor, çünkü istasyonlar hemen hemen her yerde merkezi konumdadırlar. Sırt çantamı otele bıraktıktan sonra, kendimi hemen dışarı attım.
Efsaneye göre Roma’nın kurucuları Romus ve Romulus
Roma’nın tarihi ve turistik yerlerinin tamamı bir arada, hepsi yürüme mesafesinde. Metro ulaşımı da gayet iyi durumda. Dışarı çıkar çıkmaz beş-on dakika yürüdüğümde uzaktan hemen Kolezyum’u gördüm. Yanına gittiğimde ise fotoğraflarda gördüğümden çok daha büyük ve heybetli olduğunu fark ettim. Işıklandırmasını da güzel yapmışlar, gece mutlaka görmek gerek. Kolezyum’un etrafında İtalyan’dan çok Bangladeşli var. Hediyelik eşya satanların ve seyyar satıcıların neredeyse tamamı Bangladeşli. Lokantalardaki garsonların çoğunluğunu da bunlar oluşturuyorlar. Müslüman bir ülkeden gelmeleri nedeniyle de Türklere karşı oldukça sıcak ve cana yakınlar. Bir sıkıntınız olduğunda yardımcı oluyorlar, bir şey alacak olsanız siz söylemeden indirim yapıyorlar. Neyse, orada epey fotoğraf çektikten sonra bir şeyler atıştırıp otele döndüm.
Kolezyumun dışarıdan görünüşü
Sabah uyandığımda yine ilk olarak Kolezyum’a gittim. Havaalanından indiğimde oradaki büfeden Roma Pass diye bir bilet almıştım. Bu biletle üç gün boyunca toplu taşıma araçlarına ücretsiz binebiliyorsunuz, ayrıca iki müzeye de sıra beklemeden ve ücretsiz girebiliyorsunuz. Böylece Kolezyum’a sıra beklemeden girebildim. Girmemle birlikte de adeta büyülendim, içinden çıkasım gelmedi bir türlü. O zamanın şartlarında 50 bin kişiyi alacak şekilde inşa edilmiş, harika bir arena ve gösteri merkezi. Depremden dolayı içerisi ciddi şekilde tahrip olmuş ancak yine de çok etkileyiciydi. Bu dev arena MS 80 yılında tamamlanmış ve çok amaçlı olarak kullanılmış. Gladyatörlerin dövüştüğü, halk gösterilerinin yapıldığı, çeşitli savaşların tekrar canlandırıldığı ve idamlık esirlerin ya da suçluların infazının yapıldığı bir yer burası. Mimarı tam olarak bilinmiyor, hatta rivayete göre burayı yaptıran İmparatorun oğlu, bir daha başka bir yere böyle güzel bir yapı yapmasın diye mimarı aslanlara yem etmiş. Kolezyum bugün dünyanın yedi yeni harikasından birisi olarak kabul ediliyor. Russell Crowe’un baş rolünü oynadığı Gladyatör filminin ve Spartacus adlı dizinin bir hayranı olarak öylesine etkilendim ki bu arenadan, yaşadığım duyguları anlatmak zor. Zaten İtalya’dan döner dönmez de Gladyatör filmini tekrar izledim. Kolezyum’da gladyatörlerin ve vahşi hayvanların yaşadıkları mahzenleri, dövüşlerin yapıldığı zemini gördüğümde sanki binlerce yıl öncesine gittim. Orada, arenada insanlar ölümüne dövüştürülürken, izleyenlerin bundan keyif almasının ne kadar üzücü olduğunu düşündüm. İnsan yıkıcılığının kökenleri üzerine kafa yormuştum ama dönüşte bu konuda biraz daha bir şeyler okumalıyım diye aklımdan geçti. İnsanın kötü ve vahşi bir yanı var, bunu hem tarihte hem de günümüzde görebiliyoruz. Aslında pek çok kişi de bu konularda kafa yormuş. Erich Fromm’un “İnsan Yıkıcılığının Kökenleri” diye bu konuda meşhur bir kitabı vardı. Aslında günümüzdeki pek çok spor karşılaşması, özellikle de futbol bu vahşi arena dövüşlerinin yüceltilmiş ve modern halidir diyebiliriz. Bugün pek çok stadyumun isminin, bilmem ne “arena” olması da tesadüf değil. Erkeklerin futbola çok daha düşkün olma nedenleri de içlerindeki saldırganlığın ve şiddet duygusunun kadınlardan daha fazla olmasıyla açıklanabilir. Bundan dolayı çoğu kadının, futbol karşılaşmalarına erkeklerin neden bu kadar ilgili olduklarını anlamaları çok zor. İki bin yıl önce, arenada ölüm kalım mücadelesi veren gladyatörlerin durumu izleyen erkekleri nasıl heyecanlandırıyorsa, bugün de sahada çok büyük paralar uğruna ölümüne mücadele veren futbolcular taraftarları o şekilde heyecanlandırmaktadır. Yani mücadele ruhu insanları bu spora çekiyor. Bu kısa psikolojik açıklamadan sonra Roma’ya geri dönelim 🙂
Kolezyumun içerisinden bir kare
Roma, Novona ve Venedik Meydanı gibi büyük meydanlara sahip bir şehir. Meydanlarda pek çok sokak sanatçısı var. Harika resimler, tablolar yapıyorlar. Çeşit çeşit hünerlerini sergiliyorlar. Dediğim gibi Roma’da gezilecek her yer birbirine yakın, bundan dolayı yürüyerek gezdim ancak akşam olduğunda ayaklarımın altı su toplamıştı. Ben o kadar yürüyemem diyenler için tur otobüsleri var ya da metro ağı kolaylıkla kullanılabilir. Şehirde ulaşım o kadar kolay ki, yer yön algısı aşırı derecede zayıf olan ben bile hemen hemen hiç kaybolmadan rahatlıkla gezebildim. Pek çok ülkeye birileriyle gittim ancak bu yalnız başıma ikinci seyahatim ve kaybolmadan ve sorun yaşamadan bu kadar güzel gezebilmem özgüvenimi artırdı. Seyahat etmenin böyle faydaları da var. Artık Avrupa’da her ülkeye rahatlıkla gidebilirim.
Romanın pek çok meydanlarından birisi
Sokakta insanların çoğu İngilizce bilmiyor ama turistlere öylesine alışmışlar ki, ben İngilizce bir şey soruyorum onlar İtalyanca cevap veriyorlar. Nasıl oluyor bilmiyorum bir şekilde anlaşıyoruz. Pek çok turistik yerden farklı olarak insanları gayet sıcak ve bir şey sorduğunuzdan yüzlerini ekşitmeden yardımcı oluyorlar. Paramız Euro karşısında değersiz olduğundan dolayı, bize göre oldukça pahalı bir şehir. Gerçi Venedik ve Milano’yu görünce Roma’nın aslında onlara göre daha uygun bir şehir olduğunu fark ettim. Arnavut kaldırımı şeklinde döşenmiş sokaklarda gezerken her yerde tarihi binalar ve heykellerle karşılaşıyorsunuz. Bir süre sonra heykel fotoğrafı çekmeyi bıraktım zaten. Şehirde gezilecek o kadar çok yer var ki. Meydanlar, Trevi çeşmesi, Melekler kalesi, eski Romalıların yaşadığı yerler (Roma Forum) ve Panteon bunlardan bazıları. Melekler Kalesi, Fatih Sultan Mehmet’in oğullarından, taht mücadelesi veren Cem Sultan’ın da dört-beş yıl kadar esir tutulduğu yermiş. Dışarıdan gördüm ama yorgundum ve içini gezebilecek gücü kendimde bulamadım. Fatih Sultan Mehmet demişken, Sultan’ın İstanbul’dan sonra ikinci büyük hedefinin Roma olduğu biliniyor. Hatta Gedik Ahmet Paşa komutasındaki ordu 1480 yılında Otranto şehrini de almış ve sonraki seferler için bu şehri üs olarak kullanmayı hedeflemişler. Dönemin papası da Türklerin Roma’yı almasından öylesine endişelenmiş ki şehri terk etmeyi bile düşünmüş. “Mamma li Turchi” yani “Anneciğim Türkler geliyor” deyimi de bu dönemden kalmış. Ancak Fatih’in 1481’de vefatından dolayı Roma’nın fethi mümkün olmamış ve Osmanlı da bölgeyi boşaltmış.
Roma’da Venedik Meydanı
Roma’ya gidip Vatikan’ı görmemek olmaz. Vatikan, bin kişilik nüfusuyla sembolik bir devlet, Katolik dünyasının merkezi. Vatandaşlarının da tamamı erkeklerden oluşuyormuş. İlginç kıyafetli askerleri de İsviçrelilerden seçiliyormuş. Açıkçası Vatikan bende mistik ve manevi duygular uyandırmadı. San Pietro Meydanı oldukça büyük bir meydan ve bu meydanda bulunan Aziz Petrus Bazilikası görülmeye değer. Çok büyük bir bazilika ve iç süslemeleri gerçekten harika olmuş. Azizlerin heykelleri, resimler, büyüklüğü ve genel olarak dekorasyonuyla müthiş bir ibadethane yapmışlar. Roma ile ilgili yazılar okurken bloglardan birinde, gezginin birisi “Aziz Petrus Bazilikası’nı gördükten sonra dünyadaki başka bir binayı beğenebileceğimi zannetmiyorum” yazmış. Aynen katılıyorum, müthiş bir bina yapmışlar. Zaten Roma’dan ayrıldıktan sonra onlarca kiliseyi, bazilikayı ya da katedrali ziyaret ettim ama hepsi bu bazilikanın yanında gözüme sönük göründü.
Vatikan
Vatikan da bazilikadan başka, büyük bir müze var. Ama burayı ziyaret edecekseniz biletinizi mutlaka internette almalısınız. Aksi takdirde benim gibi 2 saat kuyrukta beklersiniz. Vatikan müzesi de büyük bir müze ve papaların kullandıkları arabalardan, araç gereçlere, çok çeşitli heykellere ve tablolara kadar görülebilecek çok fazla şey var. Bu müzeyi ziyaret, sanatla meşgul olan ve sanattan anlayan birisi için eminim çok daha anlamlı olacaktır. Müzede gezerken bir ekranda Papa II. Jean Paul ile ilgili görüntüler de vardı ve Mehmet Ali Ağca’yı da gösteriyorlardı.
İlginç kıyafetleriyle Vatikan’da nöbet tutan İsviçreli askerler
Roma ile ilgili yemek-yiyecek meselesine gelecek olursak, İtalya pek doğal olarak makarna (onlar pasta diyor) ve pizza memleketi. Benim gibi makarna sever birisi için harika bir yer aslında. El yapımı makarnaları gayet lezzetli ve tadları bizim erişteye benziyor. Yalnız erişteden farklı olarak spagetti tarzında uzun uzun kesiyorlar. Aslında makarnalarını da güzel yapan kullandıkları sosları. Özellikle mantar soslu “funghi” dedikleri makarnaya bayıldım, çok lezzetliydi. Lakin bir sorun var, makarnayı çok az getiriyorlar. Yani doyumluk değil de tadımlık gibi biraz. En azından benim için öyleydi. Açıkçası yanında ekmek falan da yemem söz konusu olmadığı için, gelen makarnayla doymadım. Bunlara Türkiye’deki gibi “bir buçuk olsun usta” deme şansımızda olmayınca masadan yarı aç kalktım mecburen. İtalyanlar çok kilolu insanlar değil. Gördüğüm kadarıyla çoğu zayıf ve fitler. Bunda Akdeniz tarzı beslenmelerinin mutlaka etkisi vardır. Ama porsiyonlarının küçük olması da etkilidir diye düşünüyorum. Pizzaları ise Amerikan pizzasına göre daha lezzetli ve ince, bir de dilimlemeden servis yapıyorlar. Pizza yemek için de yine ev yapımı pizza yapan yerleri bulmak gerek. Yoksa dondurulmuş pizzayı ısıtıp dilim olarak getiriyorlar, onu pek tadı tuzu yok. Yurtdışı seyahatlerimde en çok zorlandığım konu yeme içme konusudur. Her şeyi deneyip yiyemiyorum. Bu sebeple de genelde alışık olduğum tatları tercih ettim. Genelde vejetaryen pizza ve deniz ürünlerinden yapılmış pizzalardan yedim, çoğu zamanda beğendim. Bir de restoranlarda her masada mutlaka zeytinyağı şişesi var ve bunu her türlü yemeklerinde sos niyetine kullanıyorlar. Son olarak bir de meşhur Roma dondurmasından bahsetmek gerek. Dondurmanın tarihte ilk kez Roma’da üretildiği söyleniyor. Bu yönüyle de Roma dondurması epeyce ünlü. Denedim ancak kesinlikle bizim Maraş dondurmasıyla yarışamaz.
Vejetaryen Pizza
Üç günlük Roma macerasından sonra, trenle Floransa’ya doğru yola çıktım. Güzel duygular ve iyi anılarla Roma’dan ayrıldım. İyi ki gelmişim dediğim şehirlerden birisiydi. Floransa’yı da bir sonraki yazımda anlatmaya çalışacağım.
Roma’dan Kısa Kısa Notlar
–Roma’da taksiler beyaz, beyaz taksilerin haricindeki taksiler korsanmış, dikkatli olmak gerek.
-En çok duyacağınız kelimeler “grezia, buongiorno ve prego”, sırasıyla “teşekkür ederim, iyi günler ve bir şey değil” anlamlarına geliyor.
-Roma’yı gezmek için üç tam gün yeterli olacaktır.
-İtalya’da tren biletleri aldığınızda trene binmeden önce istasyondaki makinalara mutlaka okutmanız gerekiyor. Aksi takdirde kontrol olursa, biletsiz binmiş gibi ceza yiyebilirsiniz.
-Kişi başına düşen heykel sayısı sanırım en yüksek İtalya’dadır. Aslında bu yönüyle tam bir sanat ülkesi diyebiliriz.
-İnsanların çoğu İngilizce bilmiyor.
-Yaz döneminde İtalya’da turist yoğunluğu çok fazla artıyormuş, dolayısıyla gezmek için en güzel dönemler Nisan-Mayıs dönemiymiş.
-İnsanlar çoğunlukla küçük arabaları tercih ediyorlar, hem yakıttan tasarruf sağlıyorlar hem de daha az park sorunu yaşıyorlar. Trafik sorununu daha az yaşamak için motosiklet kullanımı da oldukça yaygın.
Dr. Tayfun Doğan
Mayıs-2015
Tayfun bey, bir vesileyle girdiğim sayfandan bir türlü çıkamadım. Akademisyen olman dikkatimi çekti. Ben de akademisyen olarak 30 yıla yakındır çalışıyorum. Gözlem yapmayı çok seviyorum. Senin güzel bir anlatımın var. Tebrikler. Doğrusu ben de gezmeyi, görmeyi seven birisiyim. Avrupa ülkelerinden sırada benim de İtalya var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Avusturya, İsveç, Norveç gezdiğim ülkelerden. Ama aslında İran, Türki Cumhuriyetleri de merak ediyorum. Senin notların duygu uyandırıcı. Yeniden tebrikler. Bu vesileyle tanışmış olduk. Belki bir gün yüzyüze de görüşürüz. İnce esprilerin de oldukça güzel. Hoşça kal.
Teşekkür ederim Sebahattin Bey. Beğenmenize sevindim. Orta Asya’yı ben de gezemedim henüz. Orta asya ve uzak doğu en merak ettiğim yerler. Salgın bitsin oralara gitmek isterim.